Güney Sibirya’da Altay Dağları’ndayım… Ağustos 2018

                      

Türkiye saati ile 14:50 de İstanbul'dan kalkan uçağımız 21.00 civarı Moskova'ya indikten iki saat sonra aktarma uçağıyla Novosibirsk 'e oranın saati (Türkiye saati ile 4 saat geride ) ile sabaha karşı iniyoruz. Novasibirik şehir merkezine inmek için, günün aydınlanmasını ve otobüslerin sefere başlamasını yere attığımız matların üzerinde uyuyarak bekliyoruz.
Otobüsle 50-55 dk. süren bir yolculuk ile  Novasibirik tren garının da olduğu meydanına geldik. Akşam saat 22:00 de kalkacak tren için vakit geçireceğimiz bu şehirde ilk olarak kahvaltı için küçük bir mekana girdik ve Şafak’tan aylardır duyduğum Lakman Çorbasını içmeye başladık.
Mehmet ve Şafak’tan, geçen yıl da bu bölgede oldukları için buraya gelmeden önce çok şey duymuştum. Şafak bana “bak gidelim tekrar gitmek isteyeceksin” demişti. (Şimdi cebimde, 03 Temmuz 2019 tarihine ait Kırgızistan uçak biletim var. )
15 gün bu coğrafyadayız. Bu süre boyunca grup içinde iletişim kurabilmek ve de internete ulaşabilmek için sim kart almamız gerekiyor. İnterneti maalesef o kadar uzun süre şirketten uzak kalıp, bilgi alış verişi yapmadan duramayacağım için almıştım ama daha sonra Altayların muhteşem doğasını fon yaptığım “günaydın” fotoğraflarını her sabah Facebook’dan paylaşmak için kullandım.
Aslında Sim kartı almak çok basit ama kartı bilgisayarda sisteme işleyip bize uzatması kişi başına 30-45 dakika sürüyor, elini uzatıp çekmeceden yeni bir sim kart alması bile 5 dakika. Alışveriş merkezinin köşesinde yere oturup bekledim işlemin bitmesini. Bir iki kişiden sonra biz kalanları bekleyemedik o kadar yavaş işlem yapıyordu ki bayan, sıkıldık beklemekten ve ayrıldık oradan.
Sırt çantalarımızı 200 ruble karşılığı tren istasyonunun emanetine bırakıp çıktık. Şehir içinde dolaştık. Marketlere, mağazalara girdik.
Tekrar tren istasyonuna gittiğimizde Mehmet yataklı tren için aylar önceden biletimizi aldığı halde bir türlü biletlerimizi bastırtamıyordu. Saatlerce gişe önünde bekledi, bazen bizlerde yanında bekledik zaman geçtikçe sinirlerimiz bozulmuştu. Bu ülkede her şey çok uzun sürüyor. Bürokrasiden mi, tembellikten mi bilemedim.
Sonunda trene bindik. 11 saat sürecek olan yolculuğumuz başlamıştı. İki katlı ranzaların üst katına çok zor şekilde yerleşmiştim. Wc’ye yakın bir yerde olduğum için hiç durmadan birileri geçiyordu. Uyuyamayacağımı sanıyordum ama neredeyse 35 saat süren yolculuk o kadar yormuş ki sabaha kadar hiç uyanmadım, hatta bir istasyonda iki saat durmuş tren ama onu bile hatırlamıyorum.
Bisky'e indik ama yolculuk burada bitmiyor. Gorno – Altay’a gitmek için bir süre beklediğimiz otobüs ile 40 dakika süren yolculuk sonrası kalacağımız hostele ulaştık. Eşyalarımızı bırakıp, tüm yorgunluğumuza rağmen Anoksin Halk müzesini gezmeye gittik.
Müzede görev yapan, aynı zamanda bize de Altay bölgesinde rehberlik yapacak olan Altaylı rehberimiz Bay Mergen ile tanışıp müzeyi ve Gora Altay şehrini gezdik. Hostelimize döndüğümüzde hala bizim odalara yerleşme sorunumuz çözülmemişti. Bize verecekleri evrakları çıkartmaya çalışıyorlardı. 48 saatten fazla süren yolculuğumuz, saat farkı ve şehir gezilerimiz beni çok yorduğu için yatağım belli olur olmaz hemen yatarım sanıyordum ama çay demlemişti arkadaşlar içmeden yatamadım.
Sabah erkenden, kendimizin hazırladığı kahvaltı sonrası hostelden eşyalarımızla birlikte,  gelen 3 ayrı minibüse bölünerek yola düştük. Artık şehirden çıkıp o uzun zamandır görmeyi beklediğim doğaya doğru hareket başladı.
İlk durağımız olan Altay bölgesine geçişi bildiren Altay Sınır Anıtı önünde arabalardan indik. Fotoğraf çekimi sonrası Tatarların yapmış olduğu Türk Anıtı’na devam ettik.
Türk Anıtı’nın önünde aşağıdaki, gelecek nesillere nasihat yazısını bulunuyor.
“Bu anıt; eski kadim boyların devlet meselelerini görüşmek için bir araya geldikleri, yiğitlerin küheylanlarına binerek sefere çıktıkları, halkın belleğinde yer etmiş olaylar anısına düzenlenen kutlamaların yapıldığı yere, dağlık Altay’a dikilmiştir. Burası Türk medeniyetin doğduğu yerdir. Gelecek nesiller kökenlerinizi hatırlayınız, atalarınız yaptıklarıyla gurur duyunuz ve adınıza layık olunuz. Mavi gök kubbe altında ilelebet payidar kalınız.”
                       Anıt ziyaretinin ardından Çhemal Köyü'ne geldik. Biz artık muhteşem doğanın kollarındaydık. Buranın güzelliğini fotoğraflamaya çalışsam da gözümün gördüğü güzelliği fotoğraf karesine yeterince aktaramadım. İçinden Katun (kadın) nehrinin geçtiği bu köyü gezdikten sonra tekrar minibüslere binerek Katun Nehri’nin güzelliği eşliğinde Tuyekda Köyü'ne ulaştık. Bu köyde Ursuu Nehri kenarında bulunan Hüseyin Bey’in işlettiği ve bizim de konaklayacağımız mekana geldik. Akşam yemek ve sohbet sonrası doğanın bize sunduğu güzelliklerin sarhoşluğuyla yatıp, sabah erkenden uyandık. Hemen penceremden günün ilk fotoğrafını çektim.

“Gözlerini merakla doldur ve sanki on saniye sonra ölecekmiş gibi yaşa”
Bradbury

Kahvaltı sonrası tekrar minibüslere biniyor ve üst-koksa bölgesine doğanın yeşili, gökyüzünün mavisi eşliğinde yolculuk yapıyoruz. Yaklaşık üç saat sürecek olan bu yolculuğun hiç bir karesini kaçırmak istemiyorum.
Üst-Konsa Bölgesine geldik. Üst-konsa, “Mavi su” anlamına geliyor. Köy, Katun Nehri ve Koksa Nehri’nin birleştiği yerde. Görsel güzelliğini hafızama yerleştirerek, yola devam ediyoruz.
Denisova Mağarası'na geçiyoruz. Mağarada 300 bin yıl öncesine ait insan eşyalarına ve Göktürk Devleti’nin yaşam izlerine de rastlanmış. Bu mağaradan çıkanlar Novosibirsk Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Biz yerel rehberin anlattıklarını çeviren Bay Mengen’i dinlerken mağaranın diğer tarafında arkeolojik çalışmalar devam ediyordu.
Denisova İnsanı, Homo cinsine ait olduğu tespit edilmiş; ancak insan evriminde şimdiye kadar tanımlanmış tüm türlerden farklı olan yeni bir türdür. 2008'de, Siberya'nın Altay Dağları'nda bulunan Denisova Mağarası'nda çalışan Rus arkeologlar tarafından keşfedilmiştir. Kalıntılar, oldukça az olmasına rağmen, tür teşhisi için fazlasıyla yeterlidir. Mağaradan ergen bir insansıya ait küçük parmak kemiklerine rastlanmıştır. Araştırıcılar, kemiklerden bireyin cinsiyetinin kadın olduğunu keşfetmiş ve X-Kadını adını vermişlerdir. Daha sonradan ise yeni bir tür olduğu ayrıntılı mitokondriyel analizlerle ortaya çıkarılmış ve Denisova İnsanı olarak anılmaya başlanmıştır. Kalıntıyla birlikte bulunan bilezik ve kemikler üzerinde yapılan karbon testi, türün günümüzden 40.000 yıl önce yaşadığını ortaya çıkarmıştır. 
Araştırmacılar, buldukları kemiklerden mitokondriyal DNA (mtDNA) çıkarmayı başarmışlardır ve bunun üzerinde yaptıkları analizler sonucunda türün tanımlanmış herhangi bir Homo türünden farklı olduğunu keşfetmişlerdir. Ayrıca insanların en güncel kuzeni olarak bilinen Neandertaller ile yapılan mtDNA kıyaslamaları sonucunda, iki türün birbirinden 1 milyon yıl kadar önce ayrıldığı, bir kolun Denisova İnsanı'na evrimleştiği, diğerinin ise Neandertalleri oluşturduğu keşfedilmiştir. Günümüzde Homo sapiens'in Avrupa'da Neandertaller ile birlikte yaşadığını artık kesin olarak biliyoruz; Denisovalılarla da yaşamış olmamız çok büyük bir ihtimaldir. 
Yapılan DNA analizi sonucunda bu türün, insanları ve Neandertalleri oluşturacak çıkışlardan önceki bir çıkış sonucunda evrimleştiği keşfedilmiştir. Araştırmacıların belirttiğine göre Denisovalıların keşfi, insan türünün Asya'daki az bildiğimiz evrimine ışık tutacaktır. 
Daha sonra, 2010 yılında türün yetişkin bir üyesine ait üst azıdişleri keşfedilmiştir. Bu diş üzerinde yapılan araştırmalar da, önceki araştırmaları aynen desteklemiştir. Dişin yapısı, Homo erectus'un diş yapısının ilkel bir versiyonuna benzemektedir. 2010 yılında yayınlanan bir diğer makalede, 2 yıllık uğraşlar sonucunda 2008'de bulunan kemikten çıkarılması başarılan çekirdek DNA'sı üzerinde yapılan analizlere de yer verilmiştir. Çekirdek DNA'sı üzerinde yapılan araştırmalar, Neandertaller ile Denisovalıların en yakın iki kuzen tür olduğunu kesin olarak göstermiş ve ortak atalarından ayrılma tarihlerini netleştirmiş, 640.000 yıl önce olduğunu göstermiştir. Bu iki türün ortak atasının ise, modern Afrikalı insanlardan 804.000 yıl önce ayrıldığı keşfedilmiştir. Yani önce Neandertaller ve Denisovalılara gidecek olan kol ayrılarak evrimleşmiş, sonra bu kol içerisinde 640.000 yıl önce Neandertaller ve Denisovalılar birbilerinden ayrılarak farklı evrim patikaları izlemişlerdir. 

Denisovalılarla ilgili yapılan bir diğer ilgi çekici araştırma da, günümüz insanlarının genomu ile kıyaslanmasıdır. Çünkü kemiklerin içerisindeki çekirdek DNA'sı muhteşem bir şekilde korunmuş ve neredeyse hiç dış faktörlerden etkilenmemiştir. Bu sebeple Denisovalıların genomunun neredeyse tamamı çıkarılabilmiştir. Bu genom, 6 farklı modern insanın genomu ile kıyaslanmıştır. Bu 6 farklı insandan biri Güney Afrika'nın !Kung kabilesinden, biri Nijeryalı, biri Fransız, biri Papua Yeni Gineli, biri Bougainville Adalı, biri de Çinlidir. Kıyaslamalar sonucunda Malenezyalıların (Papua Yeni Gine ve Bougainville Adası) genomunun %4-6 arası, Denisovalılardan evrimleşerek günümüze gelmiştir. Bu da, Denisovalıların, modern insanlardan daha önce Afrika'dan çıkış yaptığı, sonrasında ise Malenezya'ya doğru göçen insan dalgasıyla karıştıklarını doğrulamaktadır. Günümüzde, Afrikalı olmayan insanların tamamında %4 civarı Neandertal geni olduğu bilinmektedir. Afrikalılarda ise hiçbir gen bulunmaz. Bu, Afrika'dan çıkıştan sonra, türleşmenin tamamlanmadan türlerin birbiriyle çiftleşebildiğini ve karıştıklarını göstermektedir.

Günümüzde halen tür üzerindeki araştırmalar devam etmektedir. Ancak bu örnek, günümüzde bulunan tek bir kemik parçasından elde edilen DNA sayesinde ne kadar ayrıntılı, hassas ve doğru sonuçlar üretebileceğimizin güzel bir örneği, genetik biliminin Evrimsel Biyoloji'ye sağladığı kaynakların küçük bir göstergesidir. 
Gece kamp yapacağımız için İki Nur Köyünde durup alış veriş yaparak, Ust-kan köyünden biraz uzakta nehir kenarındaki ilk kamp alanına geldiğimizde hava kararmak üzereydi.
Çadır kurduk, yemeklerimizi yedikten sonra kamp ateşi yaktık.  Gök Tanrı inancında ateş kutsaldır. Ateşe çöp atmak, etrafında saat yönünün tersine geçmek saygısızlık olarak değerlendiriliyor. Ayrıca yine aynı saygı çerçevesinde, nehirde belli bir saatten sonra tabak, bardak vb. bir şey yıkayamıyor ve nehre giremiyorsun.
Gece yıldızların altında Ayaztan’ın söylediği Altay şarkıları sonrası hemen çadırlarımıza çekilip, güzel bir doğaya uyanacağımızı bilerek, gecenin huzuru ve derenin sesi eşliğinde uyumaya başladım. Ne diyordu Amelie Filmi’nde “insan zamanı durdurmak istediği yere aittir”
Sabah erkenden, kahvaltı sonrası yola çıkıyoruz. Üst-kan geçidi bölgesindeki Kurganların ziyareti sonrası, Karakol Vadisi’ndeki Türk obalarının girişinde, Türk’ün simgesi bozkurttun heykelinin bulunduğu Gök Börü Türk Anıtını ziyaret ediyoruz. Bol fotoğraf çekerek bu yerden ayrılıyoruz.
Karokol Vadisi'nde bulunan Besadar Kurganlarının olduğunu bölgeye geçiyoruz. Bölgesini çok iyi tanıyan ve Türkçesi gayet iyi olan Bay Mengen, bu bölgede 140 adet kurganın olduğunu ama kurganların içinin araştırılmak amacıyla boşaltılmış veya yağmalanmış olduğunu söyledi.
Tekrar araçlarımıza binip yola devam ediyoruz.  Üzenginin Göktürklerden kalma olduğu düşünülüyor. Kur-Keçu bölgesine varıyoruz solumuzdaki Göbörü oyunun oynandığı sahanın önünden geçiyoruz.
Eski totem inanışında bir dini tören olan gökbörü oyunu, zamanla spor biçimini almıştır. Orta Asya Türklerinin düğünlerde ve eğlencelerde oynadığı geleneksel atlı sporlarından biri olan gökbörü, bölgesel deyişlere göre gökböri, kökperi, kokkeri, oğlak oyunu olarak adlandırılmıştır.
Türk boylarında küçük farklılıklarla oynanmasına rağmen özde aynıdır. Eski Türkler tarafından milli spor olarak kabul edilen bu oyun, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde son yıllara kadar “ödül kapmaca” adıyla oynanmakta idi. Tek fark oğlak yerine, pösteki kullanılmasıydı.
Kazakistan’ın Seyhun bölgesinde ve bu bölgenin kuzey tarafındaki bozkırlarda gökbörü oyunu günümüzde de tüm canlılığıyla devam etmektedir. Türkistan’ın da en önemli atlı sporlarındandır. Özbekler ve Kırgızlar tarafından da günümüzde oynanmaktadır

Gökbörü oyununun özü at salıp koşarak oğlağı kapmaktır. Oyun alanı, çizilen geniş daire ile belirlenir. Buna “halkal” ya da “adalet çemberi” denir. Oyundaki oğlağın başı ve ayakları kesilerek içine saman doldurduktan sonra karnından dikilir. Doldurulmuş oğlak, oyun alanının ortasına bırakılır. Biniciler aynı uzaklıktan atlarını “şikâr” denilen oğlağa doğru koştururlar.

Dörtnala atlarını koştururken eğerden kayarak oğlağı yerden kapmaya çalışırlar. Oğlağı yerden kapan, onu eğerinin üzerine yerleştirir ve bir ayağı ile kıstırarak sıkıca tutar. Sol elinde dizgin, sağ elinde kamçı olduğu halde dörtnala kaçar. Diğer atlılar oğlağı diğer atlının elinden almak için takip ederler. Atlı sınırlandırılmış alanın çevresinde, şikar ile bir tur atabilirse bir sayı kazanmış olur; şikarı yere bırakır. Bu defa bir başka oyuncu alarak kaçırır.

Oyun böylece sürüp gider. Diğer biniciler, şikar elinde olan biniciye yetiştiklerinde her yönden çevresini sararlar. Herkes şikarı ele geçirmek için çaba gösterir. Ellerinin serbest kalması için kamçılarını dişlerinin arasına sıkıştırırlar. Şikarı ele geçirmek için herkes çeker, iter çok çetin bir boğuşma olur. Bazen atlar yuvarlanır, binicisinin öldüğü bile olur. Biniciler birbirlerini attan düşürebilirler.
Grup oyunlarında, bir grup binicisi oğlağı kapıp kaçarken aynı grubun binicileri, onu savunur ve dizleri arasında av bulunan arkadaşlarına rahat hareket etme olanağı sağlarlar.

Oyun için belirlenen uzaklığı, oğlak ile aşan ya da alan çevresinde dolaşıp turu tamamlayarak en çok sayıyı toplayan binici veya grup, oyunun galibi sayılır. Oyunun süresi katılan binici sayısına göre belirlenir. Gökbörüde ortaya ödül ya da ödüller konulur. Uygurlarda oyunu kazanan atlı ya da atlılar, oyunda kullanılan oğlağı, köyün ya da kentin en zengin ve saygın kişinin bahçesine atarak hediye beklerlerdi. Oyun sonrası bir şölen verilir ve parçalanmış olmasına rağmen oyunda kullanılan oğlak da kızartılarak diğer kesilen hayvanların etleri ile birlikte konuk oyunculara dağıtılır.

Gökbörü oyununun bazı bölgelerde, günümüzdeki engelli at yarışlarına benzer şekilde oynandığı da görülmektedir. Ancak bu engelli gökbörü oyunu günümüz engelli at yarışları ile karşılaştırılamayacak kadar zor koşullar taşımaktadır. Gökbörü oyununda atın hızından çok, binicinin kuvvet ve becerisi önemlidir. Gökbörü oyununa yoksul ya da zengin herkes katılabilirdi. Farklı renkte elbise ya da başlık giydirilen yarışmacıların içinde, bir birine düşman olan yarışmacıların olmamasına da dikkat edilerek seçim yapılırdı.
Yolumuzun üzerindeki Inya Köyü’nde bulunan, kadın-erkek ve çocuk taş heykelleri başında dileklerimizi dileyerek tekrar araçlara biniyoruz.
Çuy Nehri'nin ve Katun Nehri'nin birleştiği yere  Çuy Ağzı’na varıyoruz.  Yine görselliği ile aklımızı alan bu yerde bir süre kalıp ruhumuzu dinlendiriyoruz.
Hava kararmaya başladığı için artık araçlara binip solumuzda akan Çuy Nehri eşliğinde kamp alanına doğru gitmeye başladık.  Kamp alnında yemek, sohbet ve sonrası derin bir uyku…
Sabah akşam yüzümüzü Katun Nehri’nde yıkamak, temiz havayı içime çekmek ve bu yerde uyanmak… Rüyadayım sanki. Kahvaltı sonrası tekrar çadırlarımızı toplayıp araçlara bindik.
Kalbaktaş da bizi uzun saçlarını iki yana örmüş bir rehber karşılıyor. Tesadüf bende saçlarımı yandan tek bir örgü yapmıştım. Orada evli kadınlar iki örgü, bekar kadınlar tek örgü yaparmış.
Bizlere kendi dilinde M.Ö. 1.500-13.000 yıllık atalarımızdan kalma kaya resimlerinin (Petroglifler) anlamlarını anlatıyordu. Tabi Türkçeye Bay Mengen çeviriyordu.
Kayalara çizilen resimler arasında, kafası güneş şeklinde olan insanlar, şamanları göğe çeken at arabaları ve uzay aracına benzer şekillerle, yılan, geyik, dağ keçisi, at gibi hayvan figürlerine de çok kullanılmış. Bir kayada insan kurda ok atıyor ve kurttan geyiği kurtarıyor. Ancak oku atan insan kafası kayaya çizilmemiş. Rehberimiz, kurt Türkler için önemli ve kutsal bir hayvan olduğu için Tengri yüzünü tanımasın diye yüzünü kayaya işlememiş olabileceği yorumunu yapıyor.  

Tekrar araçlara biniyoruz. Yol boyunca, bir yandan çektiğim kaya fotoğraflarını incelerken aracın dışındaki muhteşem doğayı gözlemliyorum. Milli parkta inip,  ağaçların arasından yürüyerek, volkanik bir göl olan Gayzer Gölü’ne gidiyoruz. Turkuaz renginde olan bu göl  sıcak buhar püskürterek içinde ufak ufak patlamalardan kaynaklı  fokurduyor. Kükürt kokusu beni rahatsız ediyor ve oradan bir süre sonra ayrılmak durumunda kalıyorum.
Moğol sınırının 30km uzağında, Gobi Çölü’nün başladığı yere Koş-ağaç Köyü’ndeyiz. Sokak satıcılarının olduğu küçük bir yerde alışveriş yaptık. Şişe şişe kımızlar aldık.
Koş-ağaç’a yakın bir köye gidiyoruz. Kazakların yaşadığı bu köyde küçük bir müze geziyoruz. Eskiden mürküt avcılığı yapıldığı için müze de çok fazla mürküt ve at fotoğrafları var.       
Bugün kamp yapacağımız yer Gobi Çölü olacaktı ama hava şartları çok kötü olduğu için kamp alanını değiştirmek zorunda kaldık. Hava kararmaya başlamıştı onun için bize en yakın olan Aktaş Köyü’nün yakınlarında Çuh Nehri kenarında çok hızlı bir şekilde çadırlarımızı kuruyoruz. Mehmet’in buralara gelmeden önce ayarladığı Ezin Grubu, kamp ateşi etrafında, Altay müzik ezgileriyle konser verirken büyülenmişçesine yıldızları seyrediyorum. Kulağımda tanıdık ezgilerle ve nehrin sesi eşliğinde harika bir gecede uykuya dalıyorum.
Sabah erkenden muhteşem doğasına uyandığımız kamp alanında kahvaltı sonrası çadırlarımızı toparlayıp araçlarımıza biniyoruz.
                       Ulagan Köyü’nün “çalama” bağlanmış ağaçların olduğu bir tepesinde araçlardan iniyoruz. Biz ay dönümü olduğu zamana denk geldiğimiz için çalama bağlayıp dilek tutamıyoruz, ağaçların altında fotoğraf çekilmekle yetiniyoruz. Köyün içindeki müzeyi gezdikten sonra Pazırık Vadisi’ne geçiyoruz. Araçlardan inip yemyeşil bir vadi içinde yürümeye başlıyoruz. Çok sayıda kurganın olduğu bu vadide uzaklardan, üzerinde ikişer çocuğun olduğu iki atın hızlı bir şekilde bize doğru geldiğini görüyorum. O kadar güzel görünüyorlar ki. Ruble karşılığı ata binmeme izin veriyorlar, ilk başta biraz korksam da hızlı olmadan kendi başıma at biniyorum.
                       Vadinin en büyük kurganında arkeoloji çalışmaları sürüyor. Göktürkler zamanından kalan bir kurgan kazısından asker, eşi ve eşyaları çıkarılmış. Kazı çalışmaları sonrası restore edilip ziyarete açılacakmış.
Vadi sonrası bizi bekleyen araçlara binerek Kat-u Yarık için yola çıktık. Kat-u Yarık Ergenekon destanının geçtiği düşünülen yer.  Önce Ergenekon vadisinin tepesine çıkıyoruz, yüzümüze vuran güzel bir rüzgâr ve uğultusu ile vadinin eşsiz güzelliğini seyrettik bir süre sonra vadiye inmek için yürümeye başladık. Yürüdüğümüz bu 3 km’lik yol, Türklerin Ergenekon vadisine giriş yolu olarak düşünülüyor.
Bu sefer Çalışman Nehri kenarında bungalovlarda kalacağız. Kalacağımız odada 5 yatak, ortada kocaman bir masa, ısınmak için soba ve lavabo var. Yatmadan önce saunaya gidip duş alıyoruz ve rahatlıyoruz.
                       Sabah kendimizin hazırladığı kahvaltımızı yavaş yavaş doğanın güzelliğini seyrede seyrede yapıyoruz. Araçlara biniyor ve Çalışman Nehri’nin kıyısından ilerliyoruz. Yolda uçan suların (şelale) fotoğraflarını çekiyor ve ilk mola yerinde nehre giriyoruz.
Tekrar araçlara binip Çalışman Nehri’nin eşliğinde yolumuza devam ediyoruz. Nehrin aktığı Altıngöl’le ulaşıyoruz. Araçlardan inip kaptanlarla vedalaşıyoruz ve tekne ile 4 saat sürecek yeni bir yolculuğa başlıyoruz. Bu göl kışın buz tutuyormuş. Tekne ile Orbu Şelalesi’ne (uçan su) yanaşıyoruz. Küçük küçük yemek yenilebilecek mekanlar,  hediyelik eşyaların satıldığı minik tahta barakaların olduğu doğası ile yine mükemmel bir yer burası. Kısa bir yürüyüşün ardından, Orbu şelalesinin buz gibi suyuna girip serinleyen insanların fotoğraflarını çekip, tekrar tekne yolculuğumuza devam ediyoruz.
Tekne ile Altıbaş kasabasına yanaşıyoruz. Eşyalarımızı alıp Altıngöl’e yakın bir otele yerleşip hemen tekrar bu kasabayı gezmek ve yemek için dışarıya çıkıyoruz. Akşam geç vakitte odalarımıza geçiyoruz.
Sabah otelde yaptığımız kahvaltı sonrası Altıngöl’e girebilmek için kendimize uygun bir yer aradık. Su o kadar soğuktu ki çok fazla yüzemeden çıktık. Biraz güneşlenip arabanın bizi almasını bekledik.
Araçlarla iki saat boyunca yine muhteşem manzara eşliğinde yol alarak başladığımız yere, Gorno-Altay’a gidiyoruz. Artık dönüş vaktinin geldiğini ve bu doğayı arkada bıraktığımızı anladığımız anlardı bu araç yolculuğu. 
Gorna Altay da yine aynı mekânda konaklıyoruz. Burada 2 gün kalacağız ve sonra Bisky’e tren istasyonuna gideceğiz.  Sonrasında Novasiribisk için 11 saat sürecek tren yolculuğumuz olacak.
Gün boyunca Gorna Altay’ı tekrar gezdik ve hediyelik eşyalar, hatıra için birkaç ürün aldım. İlk günü böyle geçirdik, ertesi gün kahvaltı sonrası tekrar Gorna Altaylar sokaklarındaydık. Bir restoranda otururken, arka masamızda oturan Altaylı karı-koca da kendi Türkçeleri ile bizimle sohbet ediyor. Bizim orada olmamıza çok mutlu olduklarını söylüyorlar. Küçük kızları, üçüzler kucağımdan inmiyorlar.  Çok güzel bir sohbete dalıyor ve günü noktalıyoruz.
Sabah erkenden kalkıp eşyalarımızı toparlamaya başlıyoruz. Artık dönüş vakti Türkiye’ye dönmemize aslında 4 gün var ama Altaylardan ayrıldıktan sonra pek bir anlamı kalmıyor.
Bisky’e otobüsle geçiyoruz. Bisky’de bir müze ziyaretimiz daha oluyor. Müzede Altaylara ait kurganlardan çıkan eşyaları, balbalları, kam davullarını görüyoruz. Kam öldüğü zaman bir başkası kullanmasın diye davul delinirmiş. 20:00’de kalkacak tren saatine kadar Bisky şehrini ve avmlerini dolaşıyor, bulduğumuz mekanda yemek, kahve molaları veriyoruz.
Tren tam saatinde geliyor. Trene binerken bilet kontrolleri yapılıyor ve yatağımıza yerleşiyoruz. Yerleşmek pek kolay olmuyor, daracık bir mekanda üst kata çıkmak, yatağın çarşafını sermek gerçekten de zor.
Trende diğer yolcularla sohbet ettikten sonra sabaha kadar sürecek gece yolculuğumuzu uyuyarak geçirdim. Sabah erkenden tuhaf bir telaşla herkes koşuşturuyordu. İnmeden önce çarşaf nevresim yastık kılıfı teslim edilmesi gerekiyor.
Artık Novasiribisk’teyiz. İki gün burada kalacağız. Vadiler, dereler, ağaçlar, çadır kampı sonrası ilk heyecanla geldiğim bu yerde şimdi isteksizce 2 gün kaldık. Altaylarda yapılan kazı çalışmalarından çıkan eşyaların bulunduğu müzede saatlerce zaman geçirdik. Şehrin nerdeyse her sokağını yürüdük, kapalı pazarlarında dolaştık Türkçe konuşan insanlarla sohbet ettik, Türkiye siyasetine kadar her konuda bilgileri olduğu halde merak edip sordular.
Artık kaldığımız hostelden ayrılma vakti geldi.
Kapıya gelen taksiler bizi havaalanına götürdü. Saat 18:30 uçağına bindik ve 4 saat sonra uçağımız Moskova aktarmalı olduğundan, Moskova’da indik. Moskova, Novasiribisk’ten 4 saat geri olduğundan indiğimizde saat yine 18:30’du. Aktarmalı uçak saatimiz sabaha karşı. Bu nedenle gece saat 01:30’a kadar Kızıl Meydan’da dolaştık. Hava alanına dönüp sabah kadar yere attığım mat ve uyku tulumun içinde uyudum ve dinlendim.
Sabah erkenden kontrolleri yaptırıp uçağa bindim. Yaklaşık dört saat sonra İstanbul Atatürk Havaalanı’na indim. Valizim aktarma yerinde kaldığı için uçak firmasının bürosunda gerekli evrakları doldurarak havaalanından ayrıldım. Sırt çantam 3 gün sonra kargo adresime geldi.
Fotoğraflarımı sosyal medyada paylaştığımda altına şu yorumu yapmışlardı, “hayat sana güzel”
Hayatımı ben güzelleştiriyorum aslında.
















Yorumlar

Popüler Yayınlar