Ağrı Dağı Yolculuğu - 2011

“Tanrım ne kadar sevimsiz bir dağ, buz gibi soğuk, itici”
Doğu Beyazıt’a giriş yaptığımdan beri sürekli bakıştığımız şu anda da otelimin camından tüm kudretiyle karşıma serilen Ağrı Dağı’na dair ilk izlenimim bu oldu. Yeşile alışmış biri olarak yeşillik mi arıyordum bilemiyorum ama çok kuru ve sevimsiz geldi Doğu Beyazıt ve Ağrı Dağı’nın görünümü. Çaktırmadan rakibini inceleyen bir boksör edasıyla bazen yan gözle bazen de gözlerimi dikip inceliyorum.
- “Acaba bu koca kütleyi alt edebilecek miyim? Yıllardır hayalini kurduğum zirveyi görebilecek miyim?”
Gelmeden önce internetten Ağrı Dağı’na tırmanmış insanların raporlarını okumuştum. Hepsi aylar öncesinden hazırlık yapmış Aladağlarda kendilerini denemişlerdi. Benim bunları yapmaya zamanım ve imkânım olmadı. Bedenen herhangi bir hazırlığım yoktu. “Başarabilir miyim?” sorusu ile dolanıp duruyordum.
Doğu Beyazıt’ta bir turist olarak yapılması gerekenleri yaptık. İshak Paşa Sarayı’nı ve çarşısını gezdik. Akşam yemeği sonrası odalarımıza çekildik. Neler olacağını görmek için sabırsızlanıyordum. Uyumadan önce heybetli rakibimin buzul zirvesiyle son kez bakıştık. Yarın bana neler yaşatacağına dair ser verip sır vermiyordu.
Sabah otelde ki kahvaltının sonrasında, 16 kişilik grubumuzun yanında tahmini 20-21 kişilik yabancı uyruklu, başka bir otelde kalan ama bizimle aynı tura bağlı diğer arkadaşlarla birlikte toplam üç minibüs yola koyulduk.
Araçlardan 2.200 metrede indik, eşyalarımız katırlara yüklendi ve bizler yürümeye başladık. İlk molamızı 2.450 m.de verdik. 15 dakika sürdü ve yola devem ettik. İkinci molamız 2.685 m.deydi ve 17 dakika sürdü. Bu noktadan sonra yeşillik bitti artık taşlar, kayalar üzerinden yürüyorduk. 2.292 m.de 10 dakikalık mola verdik. 2.292 m. sonrası parkur dikleşti, henüz üç bine gelmeden nefesimiz kesilmeye başlamıştı.
Hiçbir özelliği olmayan ve yaklaşık dört saatimizi alan bu parkurdan sonra saat 14:00 gibi 3.243 m.deki kamp alanına geldik. Çok yorulmuştum. Kamp alanına gelmeden önceki son adımlarımı atmakta oldukça zorlanmıştım.
Kamp alanı beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir şehir merkezinden daha kalabalıktı. Tamam, kendimle baş başa kalıp,
hayatın anlamını falan çözmeyi pla
nlamamıştım ama bunca kalabalık benim için beklenmedikti. Özellikle yabancı uyruklu insan çok fazlaydı. Ülkelerinden kalkıp benim dağıma gelmişlerdi (evet, benim dağımdı, yıllarca birbirimizi hayal etmiştik biz). Herkes de bir telaş; çadır kurmalar, yemek hazırlamalar.
Sırt çantamın üzerine yaslanarak oturdum, dinlendim, çevreyi inceledim. Gözüm yukarılardaydı, usul usul dağa dokundum, belki bir işaret bekledim, “Çıkabilecek miydim? başarabilecek miydim?”.
3.243 m.deyim, kocaman bir dağın yamaçlarında, bir kendime baktım bir dağa, küçücük bedenim kocaman duygularla inceliyordu. Hava güzel, açık onun için şuan güzel yüzünü görüyordum dağın uzaktan. Çevreme bakmak istemiyordum o kadar kalabalık ki. Herkes bir şeyler konuşuyor, anılarını anlatıyor. Kulak misafiri oluyorum ama konuşmuyorum, sohbete girmiyorum.
Su ihtiyacı yukarıdaki buzullardan gelen sular ile karşılanmakta. Daha önceden bildiğim için içme suyumu fazla almıştım yanıma. Erkenden yattım, uyuyamayacağımı bilsem de yattım, bedenimi dinlendirmek için. Yarın 4.200 m.ye çıkıp tekrar ineceğiz. Yüksekliğe alışmak (aklimitizasyon) için gerekli. Bense, ertesi gün tekrar aynı yeri çıkma fikrini sevmemiştim.
Sabah saat 08:30 gibi yola çıktık çok acelemiz yoktu. Zaten çok yavaş adımlar la ilerliyorduk yüksekliğe alışmamız gerekiyordu. 3750 m.ye geldiğimizde saat 10:57’yi gösteriyordu ve çok fazla dinlenme molaları veriyorduk. Saat 12:11 de 4.200 m.ye geldik. Kamp alanına çıkmadan biraz aşağısında yemek molamızı verdik, yaklaşık 20 dakika sonra tekrar aşağıya doğru 3.200 m.de olan kampımıza saat 15:00 gibi döndük. Benim de dahil bir çok kişinin başı ağrıyordu. Başımın ağrısının nedeninin açlıktan olduğunu yemek sonrası anladım.
8 Ağustos Salı. 3.200 m. kampından ayrılıp 4.200 m. kampına gitmek için hazırlanıyoruz eşyalarımızı toparladık, yükler atlara verildi. Bizler kahvaltımızı ve yanımıza almamız gereken su ve yemek ihtiyaçlarımızı kontrol ettikten sonra dün aklimitizasyon için çıkıp indiğim yere tekrar çıkacaktık, yolu biliyorduk.
Yol çok belirgin bir patika. Yol boyunca inen çıkan insanlar ve atlar ile karşılaşmıştık ki bu gün de aynı şekilde olacak. Daha çok İranlılar vardı. Yol boyunca sürekli birbirimize selam veriyorduk. Yorgun atlara öncelik tanıyorduk, çok yük yüklüyorlar atlara, çok üzülüyorum.
Saat 09:30 da çıktığımız 3.200 m. kampından ilk molamızı saat 11:57 de verdik. 15 dakika sonra yürümeye devam ettik. 4.200 m. kampına saat 13:20 gibi geldik. Düne gere daha hızlıydık ve daha az dinlendik. Yavaş yürümeye ve çok sık mola vermeye alışık değildim. Bu beni daha çok yoruyordu. Dün aynı yolu çıkarken belki de bu yüzden çok zorlanmıştım.
4.200 m. kampındaydık, burası aşağıdaki kamp alanından daha dar ve daha kalabalıktı. Zirveden inenler, zirveden inip dinlenmiş eşyalarını toparlayanlar, 4.200 m. yükseklikten rahatsız olup dönmeye çalışanlar. Bir Fransız çift Doğu Beyazıt’ta kaldığı oteldeki çeşme suyunu içtiği için bağırsakları bozulmuş, rehberleri Ufuk onları aşağıya gönderdi.
Ben bu kalabalığı şaşkın şaşkın izlerken ve bir taraftan da dinlenirken, toplanan çadırların yerine bizim çadırlarımız kuruluyordu. Bu arada gelecek yıl çıkmayı planladığım, Nepal Beach Camp için yeni bir yer yapacaklarmış, o kadar çok ziyaretçi gidiyormuş ki Everest’e tırmanmak için gelen dağcılar dinlenemiyorlarmış. Yeni beach camp’a sadece dağcılar gidebilecekmiş.
Kalabalık ve gürültü içinde çadırıma yerleşip dinlenmek için uzandığımda karmakarışık sesler geliyordu dışarıdan. tuvalete gitmek için çadırdan çıktığımda hava artık iyice soğumuştu. 4.200 m. doğal olarak aşağıdaki kamptan daha soğuktu. tuvalet için çok yol gidiyorduk. Her yer kaya ama aynı zamanda her yer insan doluydu. Akşam yemeğinde yapılması gerekenler tekrar konuşuldu. Kask takmaya gerek görmeyen rehberleri dinlemedim, kasksız dağa mı çıkılır? Aldığım tüm eğitimlere ters bir durum.
Erken yatıldı, 4.200 m.ye rahat ve problemsiz çıktım. “Zirveye de çıkabilirim.” diye kendimi motive etmeye çalışıyordum.
Saat 00:30 da kalktık, hazırlandık, üst üste giyindik, gerektiğinde çıkarırız diye. Kahvaltı yapıldı. Gece saat 01:00 gibi yola çıktık. Çok dik bir patikaydı ve çok ağır çıkıyorduk. Aramızda dönenler oldu. Grup da çok sık dinlenenlerle, beklemek istemeyenlerin arası huzursuzdu. Umursamıyordum, aşağıya baktığımda Doğu Beyazıt’ın ışıkları görünüyordu. Bana içinde gezerken sevimsiz gelen bu şehir ışıklarıyla renk katıyordu geceme. Bir yerde grup koptu, dağıldı ama patika o kadar kalabalıktı ki. Zaten karanlıkta kimseyi tanımıyorsun. Devam ettim, önümdekiler bizden değildi. Alışık olmadığım bir grup içindeydim. Böylesi bir tırmanışta gruptaki herkesin performansı ortalama aynı olur ve grup olarak hareket edilir. Oysa hiç anlam veremeden dağıldık. Sonra öğrendiğimize göre rehberlerimiz grup içinde fenalaşanları aşağıya götürmüş. Yürürken
arada kendi gruptan arkadaşlarıma rastlıyordum ama ya geçiyordum onları ya da bekliyordum. Bu tuhaf, karışık olaya alışmam uzun sürdü açıkçası.
Gün ağrıyordu, fenerimi söndürdüm, yalnız kalmıştım. Dağ kalabalıktı ama ben yalnızdım. Grubum yok, arkadaşlar dağılmış, kimisi arkada kimisi önde. Şimdi yalnızdım ve dağ yükseldikçe zaten soğuk olan hava daha çok soğuyordu, içimi titretiyordu. Bol su içiyordum, patikayı adımlamaya devam ediyordum. Daha ne kadar yolumuzun olduğunu soracak kimse yoktu. Arkamdan gelenlere yol veriyordum bazen de önümdekiler bana yol veriyordu. Yürüyüş tempom düşüyordu artık yorulmaya başlamıştım ama Zirve görünmüyordu bir türlü. Taşlar kayıyordu. Kimsenin başında Kask yoktu. Kimsenin düzenli yürüdüğü ve dinlendiği de yoktu. Yorgundum ama kötü değildim, sağlık problemim yoktu başım ağrımıyor, midem bulanmıyor, kusmuyordum. Tırmanış öncesi bizlere bunlar olursa dönün demişlerdi.
Keyfim yerindeydi. Birden karşıma çıktı zirve. Çok güzel görünüyordu, güzeldi ama bir o kadarda iticiydi seyrederken soğukluğunu içimde hissediyordum. Çok esiyordu ki seyretmekte zorlanıyordum. Değerdi bu kadar yol gelmeye, bu kadar yorgunluğa değerdi. Gücüm vardı gidebilirdim ama buzul kısma geldiğimde Rehber yoktu. Sonradan öğrendim, orada beklememem gerekirmiş ama ben 10-15 dakika rehberi bekledim. El ve ayak parmaklarımı hissetmemeye başladım beklerken, her şey bu kadar yolunda giderken neden Rehber yoktu ki? Krampon takıp gidilmesi gerekiyordu ve açıkçası ben yalnız gitmek istemedim.
Yalnız kalmıştım, karar verme aşamasındaydım, takıp kramponları devam etmek ya da geri dönmek. Kalan yol buzuldu ve ben buzul yürüyüşü konusunda deneyimsizdim. Korku muydu bu, cesaretim mi kırılmıştı, ne olmuştu bilemiyorum ama geri dönmeye karar verdim. Zirveye çok yakındım, azıcık kalmıştı. Nasıl üzüldüğümü anlatamam, dönüş yolunda gözlerim doldu. Gücüm vardı, yapabilirdim ama yapmamıştım. Dağ orada duruyordu, “yine gelirim” diye kendimi avuttum.
Heidi Howkins’ın Zirve Yolculuğu adlı kitabında okumuştum “Dağcıların hayatta kalmasını sağlayan tek şey korkudur” diye yazıyordu. Tabi ben bir dağcı değilim, olmayacağım da ama dağ kuralları tüm dağcılar gibi benim için de geçerliydi.
Kafamda dağınık düşünceler dolaşırken dönüş yolunu da kaybetmiştim. İstiklal Caddesi’ni aratmayan kalabalık patika artık yoktu. Aşağıya iniyordum ama yolun nereye çıkacağını bilemiyordum. Üzgündüm tabi ama mutluydum da, zirve o kadar yakın ve o kadar güzeldi ki beynimden asla silinemeyecek bir kare ile yolumu bulmaya çalışıyordum. Hiçbir problemim yoktu, sağlığım yerinde, dengem yerinde, yeterince suyum ve yemeğim vardı. Yapacak bir şey yoktu bu yol benim inişimi uzatacaktı, çıkarken o kalabalığın içinde yalnız hissederken şimdi gerçekten yalnızdım kimseler yoktu etrafta. Sağa doğru ilerleyerek doğru olan patika yolu bulmuştum ama bu ortalama bir buçuk-iki saat sürmüştü.
Uzaktan kamp alanını gördüğümde yorgunluğum da iyice artmıştı. Biran önce kampa gitmek istiyordum ama sanki indikçe uzaklaşıyordu kamp. Kampa yakın bir yerde dinlenmeye karar verdim, taşın üzerine oturdum ve etrafı seyrettim aşağıda kamp alanı, çadırlar, minik insanlar, sağımda solumda manzara, arkamda kocaman bir dağ ve ulaşamadığım Zirve…
“Yine geleceğim ben” diye bağırdım ama içimden. Bir kayanın üzerine oturdum ve gökyüzüne baktım. Tertemiz bir güneş ısıtıyordu içimi, yukarıdaki o buz gibi havada soğuyan bedenimi ve uyuşan parmaklarımı. Çok şanslıydım ben çünkü bu güzelliği, doğayı fark edemeyenlerden biri değildim.
(2015 yılında Ağrı zirve yapıldı )
Fotoğraflar için Dursun BAYRAKLI’ya teşekkür ederim.
Ağrı Dağı Yolculuğu 1 - 2011.
Nilgün ÖZDEMİR
Doğu Beyazıt’a giriş yaptığımdan beri sürekli bakıştığımız şu anda da otelimin camından tüm kudretiyle karşıma serilen Ağrı Dağı’na dair ilk izlenimim bu oldu. Yeşile alışmış biri olarak yeşillik mi arıyordum bilemiyorum ama çok kuru ve sevimsiz geldi Doğu Beyazıt ve Ağrı Dağı’nın görünümü. Çaktırmadan rakibini inceleyen bir boksör edasıyla bazen yan gözle bazen de gözlerimi dikip inceliyorum.
- “Acaba bu koca kütleyi alt edebilecek miyim? Yıllardır hayalini kurduğum zirveyi görebilecek miyim?”
Gelmeden önce internetten Ağrı Dağı’na tırmanmış insanların raporlarını okumuştum. Hepsi aylar öncesinden hazırlık yapmış Aladağlarda kendilerini denemişlerdi. Benim bunları yapmaya zamanım ve imkânım olmadı. Bedenen herhangi bir hazırlığım yoktu. “Başarabilir miyim?” sorusu ile dolanıp duruyordum.
Doğu Beyazıt’ta bir turist olarak yapılması gerekenleri yaptık. İshak Paşa Sarayı’nı ve çarşısını gezdik. Akşam yemeği sonrası odalarımıza çekildik. Neler olacağını görmek için sabırsızlanıyordum. Uyumadan önce heybetli rakibimin buzul zirvesiyle son kez bakıştık. Yarın bana neler yaşatacağına dair ser verip sır vermiyordu.
Sabah otelde ki kahvaltının sonrasında, 16 kişilik grubumuzun yanında tahmini 20-21 kişilik yabancı uyruklu, başka bir otelde kalan ama bizimle aynı tura bağlı diğer arkadaşlarla birlikte toplam üç minibüs yola koyulduk.
Araçlardan 2.200 metrede indik, eşyalarımız katırlara yüklendi ve bizler yürümeye başladık. İlk molamızı 2.450 m.de verdik. 15 dakika sürdü ve yola devem ettik. İkinci molamız 2.685 m.deydi ve 17 dakika sürdü. Bu noktadan sonra yeşillik bitti artık taşlar, kayalar üzerinden yürüyorduk. 2.292 m.de 10 dakikalık mola verdik. 2.292 m. sonrası parkur dikleşti, henüz üç bine gelmeden nefesimiz kesilmeye başlamıştı.
Hiçbir özelliği olmayan ve yaklaşık dört saatimizi alan bu parkurdan sonra saat 14:00 gibi 3.243 m.deki kamp alanına geldik. Çok yorulmuştum. Kamp alanına gelmeden önceki son adımlarımı atmakta oldukça zorlanmıştım.
Kamp alanı beni hayal kırıklığına uğrattı. Bir şehir merkezinden daha kalabalıktı. Tamam, kendimle baş başa kalıp,
hayatın anlamını falan çözmeyi pla

Sırt çantamın üzerine yaslanarak oturdum, dinlendim, çevreyi inceledim. Gözüm yukarılardaydı, usul usul dağa dokundum, belki bir işaret bekledim, “Çıkabilecek miydim? başarabilecek miydim?”.
3.243 m.deyim, kocaman bir dağın yamaçlarında, bir kendime baktım bir dağa, küçücük bedenim kocaman duygularla inceliyordu. Hava güzel, açık onun için şuan güzel yüzünü görüyordum dağın uzaktan. Çevreme bakmak istemiyordum o kadar kalabalık ki. Herkes bir şeyler konuşuyor, anılarını anlatıyor. Kulak misafiri oluyorum ama konuşmuyorum, sohbete girmiyorum.
Su ihtiyacı yukarıdaki buzullardan gelen sular ile karşılanmakta. Daha önceden bildiğim için içme suyumu fazla almıştım yanıma. Erkenden yattım, uyuyamayacağımı bilsem de yattım, bedenimi dinlendirmek için. Yarın 4.200 m.ye çıkıp tekrar ineceğiz. Yüksekliğe alışmak (aklimitizasyon) için gerekli. Bense, ertesi gün tekrar aynı yeri çıkma fikrini sevmemiştim.
Sabah saat 08:30 gibi yola çıktık çok acelemiz yoktu. Zaten çok yavaş adımlar la ilerliyorduk yüksekliğe alışmamız gerekiyordu. 3750 m.ye geldiğimizde saat 10:57’yi gösteriyordu ve çok fazla dinlenme molaları veriyorduk. Saat 12:11 de 4.200 m.ye geldik. Kamp alanına çıkmadan biraz aşağısında yemek molamızı verdik, yaklaşık 20 dakika sonra tekrar aşağıya doğru 3.200 m.de olan kampımıza saat 15:00 gibi döndük. Benim de dahil bir çok kişinin başı ağrıyordu. Başımın ağrısının nedeninin açlıktan olduğunu yemek sonrası anladım.
8 Ağustos Salı. 3.200 m. kampından ayrılıp 4.200 m. kampına gitmek için hazırlanıyoruz eşyalarımızı toparladık, yükler atlara verildi. Bizler kahvaltımızı ve yanımıza almamız gereken su ve yemek ihtiyaçlarımızı kontrol ettikten sonra dün aklimitizasyon için çıkıp indiğim yere tekrar çıkacaktık, yolu biliyorduk.
Yol çok belirgin bir patika. Yol boyunca inen çıkan insanlar ve atlar ile karşılaşmıştık ki bu gün de aynı şekilde olacak. Daha çok İranlılar vardı. Yol boyunca sürekli birbirimize selam veriyorduk. Yorgun atlara öncelik tanıyorduk, çok yük yüklüyorlar atlara, çok üzülüyorum.

Saat 09:30 da çıktığımız 3.200 m. kampından ilk molamızı saat 11:57 de verdik. 15 dakika sonra yürümeye devam ettik. 4.200 m. kampına saat 13:20 gibi geldik. Düne gere daha hızlıydık ve daha az dinlendik. Yavaş yürümeye ve çok sık mola vermeye alışık değildim. Bu beni daha çok yoruyordu. Dün aynı yolu çıkarken belki de bu yüzden çok zorlanmıştım.
4.200 m. kampındaydık, burası aşağıdaki kamp alanından daha dar ve daha kalabalıktı. Zirveden inenler, zirveden inip dinlenmiş eşyalarını toparlayanlar, 4.200 m. yükseklikten rahatsız olup dönmeye çalışanlar. Bir Fransız çift Doğu Beyazıt’ta kaldığı oteldeki çeşme suyunu içtiği için bağırsakları bozulmuş, rehberleri Ufuk onları aşağıya gönderdi.
Ben bu kalabalığı şaşkın şaşkın izlerken ve bir taraftan da dinlenirken, toplanan çadırların yerine bizim çadırlarımız kuruluyordu. Bu arada gelecek yıl çıkmayı planladığım, Nepal Beach Camp için yeni bir yer yapacaklarmış, o kadar çok ziyaretçi gidiyormuş ki Everest’e tırmanmak için gelen dağcılar dinlenemiyorlarmış. Yeni beach camp’a sadece dağcılar gidebilecekmiş.
Kalabalık ve gürültü içinde çadırıma yerleşip dinlenmek için uzandığımda karmakarışık sesler geliyordu dışarıdan. tuvalete gitmek için çadırdan çıktığımda hava artık iyice soğumuştu. 4.200 m. doğal olarak aşağıdaki kamptan daha soğuktu. tuvalet için çok yol gidiyorduk. Her yer kaya ama aynı zamanda her yer insan doluydu. Akşam yemeğinde yapılması gerekenler tekrar konuşuldu. Kask takmaya gerek görmeyen rehberleri dinlemedim, kasksız dağa mı çıkılır? Aldığım tüm eğitimlere ters bir durum.
Erken yatıldı, 4.200 m.ye rahat ve problemsiz çıktım. “Zirveye de çıkabilirim.” diye kendimi motive etmeye çalışıyordum.
Saat 00:30 da kalktık, hazırlandık, üst üste giyindik, gerektiğinde çıkarırız diye. Kahvaltı yapıldı. Gece saat 01:00 gibi yola çıktık. Çok dik bir patikaydı ve çok ağır çıkıyorduk. Aramızda dönenler oldu. Grup da çok sık dinlenenlerle, beklemek istemeyenlerin arası huzursuzdu. Umursamıyordum, aşağıya baktığımda Doğu Beyazıt’ın ışıkları görünüyordu. Bana içinde gezerken sevimsiz gelen bu şehir ışıklarıyla renk katıyordu geceme. Bir yerde grup koptu, dağıldı ama patika o kadar kalabalıktı ki. Zaten karanlıkta kimseyi tanımıyorsun. Devam ettim, önümdekiler bizden değildi. Alışık olmadığım bir grup içindeydim. Böylesi bir tırmanışta gruptaki herkesin performansı ortalama aynı olur ve grup olarak hareket edilir. Oysa hiç anlam veremeden dağıldık. Sonra öğrendiğimize göre rehberlerimiz grup içinde fenalaşanları aşağıya götürmüş. Yürürken

Gün ağrıyordu, fenerimi söndürdüm, yalnız kalmıştım. Dağ kalabalıktı ama ben yalnızdım. Grubum yok, arkadaşlar dağılmış, kimisi arkada kimisi önde. Şimdi yalnızdım ve dağ yükseldikçe zaten soğuk olan hava daha çok soğuyordu, içimi titretiyordu. Bol su içiyordum, patikayı adımlamaya devam ediyordum. Daha ne kadar yolumuzun olduğunu soracak kimse yoktu. Arkamdan gelenlere yol veriyordum bazen de önümdekiler bana yol veriyordu. Yürüyüş tempom düşüyordu artık yorulmaya başlamıştım ama Zirve görünmüyordu bir türlü. Taşlar kayıyordu. Kimsenin başında Kask yoktu. Kimsenin düzenli yürüdüğü ve dinlendiği de yoktu. Yorgundum ama kötü değildim, sağlık problemim yoktu başım ağrımıyor, midem bulanmıyor, kusmuyordum. Tırmanış öncesi bizlere bunlar olursa dönün demişlerdi.
Keyfim yerindeydi. Birden karşıma çıktı zirve. Çok güzel görünüyordu, güzeldi ama bir o kadarda iticiydi seyrederken soğukluğunu içimde hissediyordum. Çok esiyordu ki seyretmekte zorlanıyordum. Değerdi bu kadar yol gelmeye, bu kadar yorgunluğa değerdi. Gücüm vardı gidebilirdim ama buzul kısma geldiğimde Rehber yoktu. Sonradan öğrendim, orada beklememem gerekirmiş ama ben 10-15 dakika rehberi bekledim. El ve ayak parmaklarımı hissetmemeye başladım beklerken, her şey bu kadar yolunda giderken neden Rehber yoktu ki? Krampon takıp gidilmesi gerekiyordu ve açıkçası ben yalnız gitmek istemedim.
Yalnız kalmıştım, karar verme aşamasındaydım, takıp kramponları devam etmek ya da geri dönmek. Kalan yol buzuldu ve ben buzul yürüyüşü konusunda deneyimsizdim. Korku muydu bu, cesaretim mi kırılmıştı, ne olmuştu bilemiyorum ama geri dönmeye karar verdim. Zirveye çok yakındım, azıcık kalmıştı. Nasıl üzüldüğümü anlatamam, dönüş yolunda gözlerim doldu. Gücüm vardı, yapabilirdim ama yapmamıştım. Dağ orada duruyordu, “yine gelirim” diye kendimi avuttum.
Heidi Howkins’ın Zirve Yolculuğu adlı kitabında okumuştum “Dağcıların hayatta kalmasını sağlayan tek şey korkudur” diye yazıyordu. Tabi ben bir dağcı değilim, olmayacağım da ama dağ kuralları tüm dağcılar gibi benim için de geçerliydi.
Kafamda dağınık düşünceler dolaşırken dönüş yolunu da kaybetmiştim. İstiklal Caddesi’ni aratmayan kalabalık patika artık yoktu. Aşağıya iniyordum ama yolun nereye çıkacağını bilemiyordum. Üzgündüm tabi ama mutluydum da, zirve o kadar yakın ve o kadar güzeldi ki beynimden asla silinemeyecek bir kare ile yolumu bulmaya çalışıyordum. Hiçbir problemim yoktu, sağlığım yerinde, dengem yerinde, yeterince suyum ve yemeğim vardı. Yapacak bir şey yoktu bu yol benim inişimi uzatacaktı, çıkarken o kalabalığın içinde yalnız hissederken şimdi gerçekten yalnızdım kimseler yoktu etrafta. Sağa doğru ilerleyerek doğru olan patika yolu bulmuştum ama bu ortalama bir buçuk-iki saat sürmüştü.
Uzaktan kamp alanını gördüğümde yorgunluğum da iyice artmıştı. Biran önce kampa gitmek istiyordum ama sanki indikçe uzaklaşıyordu kamp. Kampa yakın bir yerde dinlenmeye karar verdim, taşın üzerine oturdum ve etrafı seyrettim aşağıda kamp alanı, çadırlar, minik insanlar, sağımda solumda manzara, arkamda kocaman bir dağ ve ulaşamadığım Zirve…
“Yine geleceğim ben” diye bağırdım ama içimden. Bir kayanın üzerine oturdum ve gökyüzüne baktım. Tertemiz bir güneş ısıtıyordu içimi, yukarıdaki o buz gibi havada soğuyan bedenimi ve uyuşan parmaklarımı. Çok şanslıydım ben çünkü bu güzelliği, doğayı fark edemeyenlerden biri değildim.
(2015 yılında Ağrı zirve yapıldı )

Ağrı Dağı Yolculuğu 1 - 2011.
Nilgün ÖZDEMİR
Yorumlar